24 Mart 2008 Pazartesi

Buhurîzâde Mustafa Itrî


Buhurîzâde Mustafa Itrî(1640 – 1712 İstanbul)


Büyük Itrî’ye eskiler derler,
Bizim öz musikimizin piri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangiri,
Nice bayramların sabah erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbir’i.


Bir “Segâh Tekbîr” ile uyanıp “Segâh Salât-ı Ümmiye” ile ürperenler aşkına!... ‘Mâye Cum‘a Salâtı’ ile ‘Dil-keş Hâverân’ olup ‘Gece Salâsı’yla hâmûş olanlar aşkına!... Ve dahi Zât-ı Zülcelâl aşkına! O nûr-ı Nebî aşkına âyîne-i pâkteki temiz çehreler aşkına!...

1630 veya 1640 yıllarında kâinat ileride bir Segâh Tekbîr’le ruhları ferahlatacak bir üstâdın ilk nağmelerini duydu. Türk musikisinin büyük isimlerinden Buhurîzâde Mustafa Itrî Efendi, İstanbul’da, Mevlânâkapı’da doğmuştu. Bu sadece burada doğmak değildi ! O, bir ömrü Mevlânâ’nın kapısında geçirecek ve yine burada hayata gözlerini yumacaktı, bir güneş gibi yine burada batacaktı... Ne büyük saadet!... Bir kapının eşiğinde doğup son nefesini aynı eşikte verenlere!...

Itrî’nin sıfatı olan “Buhur”, hoş kokan, yakılarak koku dağıtan madde anlamındadır. Itrî’nin babasının veya atalarının buhurcu olduğu ve sanatçının bu yüzden Buhurîzâde sıfatıyla anıldığı bilinmektedir. Büyük bir ihtimalle musikişinas bir aileye mensup olan Itrî, çocukluğundan itibaren musiki ile ilgilenmiş ve hususen Mevlevî çevrelerinde bu yeteneğini daha da geliştirmiştir. Itrî’nin hocalarından biri olan Hafız Post, XVII. Yüzyılın musiki dehalarındandır. Türk müziğine binden fazla beste bırakan Hafız Post’un vefâtına “Postu çâk eyledi şîr-i ecel” mısraıyla 1105 (milâdî 1694) tarihini düşüren Itrî, onun tarzını devam ettirerek önemli bir hizmette bulunmuştur. Itrî, devrin büyük sanatçıları olan ve Kutb-ı Nâyî olarak vasıflanan Şeyh Osman Dede (1652?-1730) ile dönemin üslûp sahibi musikişinaslarından da ders almıştır. Büyük söz ustalarının, bestekârların yaşadığı bu siyasî inkıraz devri, edebiyat, hat ve musikide bir altın çağ niteliğindedir.

Henüz genç yaşlarında sarayın dikkatini çekerek IV. Mehmed zamanında serhânende (icrâ heyeti şefi), musâhib-i şehriyârî (padişâhın sohbet arkadaşı) ve sarayın musikî hocası görevlerine getirilen Itrî, padişahın hal’inden sonra da saraydaki görevlerine devam etmiştir. III. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa ve III. Ahmed devirlerini de gören ünlü sanatçı, Nef’î, Nâ’ilî, Neşâtî, Nâbî gibi Divân edebiyatının büyük şairlerinin yetiştiği bir asrın sesi olmuştur. Nadide mecazlarla örülü şiirler ve ince edalı fikirler, iltifatlar, sevgiler, samimî yakarış ve yönelişler O’nun ıtır kokulu buhurdanından süzüle süzüle günümüzün dimağına ulaşmıştır. O, bir dönemin ince ruhunun nağmelerini bestelemek suretiyle kayıt altına alarak geleceğe taşımıştır.
Itrî, Sinan’ın taşı konuşturarak oluşturduğu mimari dehasını, bir ses mimarisi halinde müziğin diliyle farklı bir formda sunarak, bize büyük bir medeniyetin soluklarını ulaştırmıştır. Kaynaklarda 1124 (Milâdî 1712) tarihinde vefat ettiği kaydedilen sanatçı, geride çok sayıda dinî, tasavvufî nitelikte beste bırakmıştır. Onun en çok bilinen eseri Kurban Bayramı tekbiri olarak da okunan “Segâh Tekbiri”dir. Itrî’nin neredeyse bütün bir İslâm coğrafyasının camilerinde son üç asırdır okunan bu eseriyle birlikte, Segâh Salât-ı Ümmiye, Mâye Cum’a Salâtı, Dilkeş-Hâverân Gece Salâsı da ünlüdür. Kaynaklar Itrî’nin ünlü Na’tını bizzat seslendirdiğini yazmaktadır. Onun Râst Na’tı Mevlevî âyinleri başında okunmaktadır. Güftesi Mevlâna’ya ait olan bu beste, Mevlâna Na’tı olarak da bilinir.

Itrî sadece dinî musiki alanında değil, klâsik musikide de önemli besteler gerçekleştirmiştir. Onun Nevâ- kâr’ının güftesi İran Edebiyatı’nın ünlü şairlerinden Hâfız’ın bir gazelidir.

Ey gülbün-i ‘ıyş mîdemed sâkî-i gül-‘izâr ku?
Bâd-ı behâr mîvezed bâde-i hoş-güvâr ku?
Her gül-i nev zi gül-ruhî yâd hemîdehed velî
Gûş-i suhân-şinev kuca? Dîde-i i’tibâr ku?
Meclis-i bezm-i ‘ayş ra galiye-i murâd nist
Ey dem-i subh-i hoş-nefes nâfe-i zülf-i yâr ku?
(Ey şâhid-i kudsî ki keşed bend-i nikaabet
V’ey mürg-i behiştî ki dehed dâne vü âbet)

Farsça güftenin tercümesi:
İşretin gül fidanı yeşerip yetişmekte, gül yanaklı sâki nerede? Bahar yeli esmekte, lezzetli şarap nerede? Her yeni gül, bir gül yüzlüyü hatırlatıyor; fakat söz duyan kulak nerede? Kimde ibret gözü var? İşret meclisinin galiyesi yok, ey nefesi hoş sabah rüzgârı, sevgilinin misk kokulu zülfü nerede?
(Mütercim: Abdülbâki Gölpınarlı)

Vezni, güfteden farklı olan son beyit, Hâfız Sadi-i Şirazi'nin gazelinde bulunmayıp, şiire sonradan eklenmiş bir terennümdür. Eserde yer aldığı için Hâfız’ın beyitlerine eklenmiştir.

Sanatçının Segâh Yürük Semaî ile Hisar Ağır Semaî adlı klâsik eserleri de gerçek birer sanat şaheserleridir. Musiki sahasında Marağalı Abdülkadir’den sonra yetişen en büyük sanatçı olduğu kabul edilen Itrî, aynı zamanda hattattır. Özellikle tâlik yazıda dönemin önde gelen isimleri arasında sayılan sanatçının şiir yazdığı da bilinmektedir. Yaklaşık 400 civarında bestesi bulunan Itrî’nin bestelerinde musiki kadar anlam da önemli bir yer tutar. Bu bakımdan şairin, besteleyeceği şiirlerin bu hususiyetlerine özellikle dikkat ettiği anlaşılmaktadır. Sözgelimi, Niyâzî Mısrî’nin:

Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi özün ger yahşı ger yaman görür
Beyitiyle başlayan gazeli(Nühüft Durak) ve Nef’î’nin:
Tûtî‘i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyinesi sâf değil

Matla‘lı gazeli (Segâh Yürük Semâî) bu tür eserlerdendir.

Itrî’nin besteleri arasında Nâbî’ye ait gazeller de dikkate değer sayıdadır. Bunlar arasında şu matla‘lı gazeller örnek olarak verilebilir :



Gel ey nesîm-i sabâ hatt-ı yârdan ne haber
Gelir mi kâfile-i müşk-bârdan ne haber

Hûn-i dili mey goncayı câm eyledi bülbül
Bezm-i gülü nâleyle tamâm eyledi bülbül

Pây-i yâre düşmeğe ağyârdan nevbet mi var
Sâyesinde nahl-i ümmîdin meğer râhat mı var

Itrî’nin dinî nitelikli besteleri dışında kalan klâsik besteleri, dönemin sosyal ve kültürel havasını da yansıtmaktadır. Sanatçının, Nâbî’nin gazeline yazdığı tahmis, şairlik kudretini de göstermektedir:

Berk-i gül-i gülzârı hıyâm eyledi bülbül
Gülşende yine ‘ayş-i müdâm eyledi bülbül
Hâsıl bu ki tahsîl-i merâm eyledi bülbül
“Hûn-ı dili mey goncayı câm eyledi bülbül
Bezm-i gülü nâleyle tamâm eyledi bülbül

Dünyâyı harâb etse n’ola sıyt ü sadâdan
Ol goncanın açıldığın işitdi Sabâ’dan
Uşşâk’a yine zemzeme-bahş oldu Nevâ’dan
“Her nâlede bir nahl-i güle kondu safâdan
Her nağmede tebdîl-i makâm eyledi bülbül”
(.......)

Terk etdi dil ü dîde yine rahat ü hâbı
Itrî n’ola azm-i çemene etse şitâb
Olmuş yine zencîr-i cünûn gülşenin âbı
“Dün geldi sabâ sahn-ı çemenden dedi Nâbî
Hâk-i reh-i düstûra selâm eyledi bülbül”

Arif Nihat Asya’nın na’tında: “Itrî bestelesin tekbîrini” mısraıyla belirttiği hakikat, bu alanda bestelenmiş en güzel na’tın Itrî’ye ait olduğudur. Medeniyetimizin ses mimarı olan Itrî’yi belki de en güzel anlatan kişi Yahya Kemal’dir. Bir söz ustasının ses ustasını anlatması da elbette ki şiirle olmalıydı. Yahya Kemâl’in 1940 yılında kaleme aldığı “Itrî” şiiri, Itrî’nin kişiliği, sanatı ve değerini anlatan önemli bir eserdir:



ITRÎ

Büyük Itrî’ye eskiler derler,
Bizim öz mûsikîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihângîri,
Nice bayramların sabah erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i.

Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.

Çok zaman dinledim Nevâ-kâr’ı,
Bir terennüm ki hem geniş hem şûh,
Dağılırken “Nevâ”nın esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh,
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.

Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini.
Bize mirâsı kaldı yirmi eser.
“Nâ’tıdır en mehîbi, en derini.
Vâkıa ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan Mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış “Âyîn”i.

O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?

Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir teselli bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm.
Çok saatler geçince hicrânda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda

Itrî'nin ney üflediğine ve Galata Mevlevîhanesinde bir süre neyzenbaşılık yaptığına dair bir hikâye vardır. Buna göre:
Sultan IV. Mehmed zamanında, İstanbul Galata Mevlevîhanesine Derviş Çelebi, şeyh olarak tayin edilir. Geleneklere uyularak şeyhin posta oturacağı gün, mukabele denen büyük bir ayin düzenlenir. Ayinden önce, dergâh şeyhini tebrik için gelenler, değerli hediyeler de getirirler. Ayinin yapılacağı “Semâhane” bu hediyelerle dolup taşar. Ayin başlamak üzeredir, derken kapıdan soluk soluğa, saz gibi sararmış, boynu büyük, fakir genç bir derviş girer. Herkesin gözü bu dervişe takılır. (Bu da kim?...) diye birbirlerine bakışırlar. Derviş, ince bir tevazu ve edeple, şeyhin elini öper, sonra da koynundan bir ney çıkararak:

Bu neyden başka dünyalığım yok. Bu niyâzımı bir hediye olarak kabul buyurunuz efendim. der ve şeyhe uzatır. Şeyh, neyi alır, öper, dervişe sorar :
- Adın nedir senin?
- Derviş Mustafa kulunuzum. Itrî de derler.
- Bu ney senin mi?
- Eyvallah!
- Üfler misin?
- Eyvallah...!

Itrî ney'ini üflemeğe başlar. Birdenbire sesler susar, tüm davetliler kulak kesilir neye... Bu bir ses, bir nefes değil, yürekten dökülen âşk nağmeleri... Itrî üfledikçe coşar, coşturur, ney inledikçe hıçkırıklar artar, gönüller düğüm düğüm çözülür, koca salonda çıt çıkmaz. Neden sonra Itrî'nin artık nefesi tükenmiştir. Başı şeyhin dizlerine düşer. Şeyh, onu alnından öperek, ayağa kaldırır.

Biz postun bahtında, sen dostun gönül tahtında oturuyorsun. Tanrı âşk derdini arttırsın. Aferin Itrî... diye iltifatlar eder. Itrî, o günden sonra, bir süre dergâhın neyzenbaşısı olarak, Naat-ı Mevlâna'yı burada besteler.
Itrî’nin ölüm tarihi hakkında kaynaklar, ekseriyetle hicrî 1123 yılının sonu, yani Zilhicce ayını zikretmektedirler. Bu durum, tarihçi Yılmaz Öztuna’nın da belirttiği gibi, sanatçının muhtemelen milâdî 1712 yılının Ocak ayında vefât ettiğini göstermektedir.

Aradan tam 294 yıl geçmiş. Ama onun ebediyete taşıdığı sesler hâlâ aramızda. Öyle ki hemen her fırsatta onun bestelediği tekbîri okuyup ruhunu bir kez daha şâd ediyoruz...
“Allahu Ekber Allahu Ekber Lâ ilâhe illâlah Allahu Ekber Allahu Ekber Ve’lillâhi’l-hamd”...



Eserlerinden bazıları: Segâh Kurban Bayramı Tekbiri; Segâh Salât-ı Ümmiye; Dilkeşhâveran Gece Salâtı; Mâye Cuma Salâtı; Segâh Mevlevi Ayini; Rast Darb-ı Türkî Naat ve Sofyan Tevşih; Nühüft Durak; Nühüft İlahî; Nühüft Tevşih; Nevâ Kâr; 2 Pençgâh Beste; Hisar Devr-i Kebir Beste ve Aksak Semai; Mâhûr Ağır Aksak Semai; Rehavî Berefşan Beste; Buselik Hafif Beste ve Yürük Semai; Segâh Ağır Semai; Segâh Yürük Semai; Bayatî Çember Beste; Bestenigâr Darb-ı Fetih Beste; Dügâh Hafif Beste; Isfahan Zencir Beste ve Ağır Aksak Semai; Nikriz Muhammes Beste; Râhatu'l Ervah Zencir Beste; Irak Aksak Semai; Rast Aksak Semai; Nühüft Aksak Semai; Acemaşiran Yürük Semai; Rehavî Peşrev; Nühüft Peşrev ve Saz Semaisi.

(*) Bu yazı Buhûrî-zâde Mustafa Itrî Efendi’nin Nevâ-kâr, Isfahan Beste, Hisâr Beste, Pençgâh Beste ve Segâh Yürük Semâi eşliğinde kaleme alınmıştır.

Selim HANCIOĞLU


YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Kemal, Yahya. “Kendi Gök Kubbemiz”, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1983.
Öztuna, Yılmaz. “Itrî”, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987.
Şardağ, Rüştü. “Mustafa Itrî Efendi”, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1992.

Hiç yorum yok: