18 Şubat 2008 Pazartesi

İstanbul karbeyaz :)

İstanbul karbeyaz : ) çok üşümeme , bir saat servis beklememe ve yollarda kalmamıza rağmen karın yağışını izlemek çook güzel : ) Özlemişim Vallaha : ) Dün büyük bir hevesle dışarı çıktığımda el değmemiş bembeyaz karların erkenci küçükler tarafından telef olduğunu fark etmek üzücü olmuştu ama : ( Hatta bizim küçük Burak’ a bide fırça atmıştım : ) " bu ne yaaa.. insan bi kaç temiz yerde bize bırakır dimi ama "diye : )

Ama bu sabah hem küçüklere hem de bize yetecek kadar karımız var artık : )

Ee…kar yağarda bu şarkı dinlenmez mi şimdi ;)




veee akrep nalan...karlar düşer düşer düşer ağlarım....

13 Şubat 2008 Çarşamba

MUSİKİ MEŞKİ


“ Mûsikî, ahlâk-ı beşeri tasfiye eden bir ilm-i şerîftir.”
Hammamizade İsmail Dede Efendi (1778-1846)


Arapça bir kelime olan meşk, Klasik Türk İslam Sanatlarında bir hocanın talebeye, taklid ederek öğrenmesi için verdiği ders ve örnekler hakkında kullanıldığı gibi meşk etmek şeklinde öğretmek ve öğrenmek için yapılan dersi ve alıştırmayı, birlikte çalışmayı içine almakta olup meşk vermek “ders vermek” meşk almak ise “ders almak” manasına gelmektedir.

Musiki Meşki: Türk mûsikisinde meşk, hoca ve talebesinin birlikte çalışmaları suretiyle sözlü eserler ve saz eserleri repertuvarının yüzyıllar boyu nesilden nesile intikalini sağlamış bir eğitim ve öğretim yöntemidir. XIX. Asrın ilk çeyreğine kadar Türk mûsikisi öğretimi tamamen bu sisteme dayalı olarak devam etmiş daha sonraları Batı etkisiyle kurulan konservatuvar ve benzeri mûsiki kurumlarında da meşk kısmen uygulanmış olup günümüzde de belirli ölçülerde sürmektedir.


Meşk metodunun en büyük faydası talabenin bir eseri, bir çalgıyı her hangi bir mûsiki tekniğini ve icrasını hocasının tarz ve üslubuyla öğrenerek “tavır” denen o ekolü devam ettirmesi olmuştur. “Eser geçme” tabirinin de kullanıldığı meşkte mûsiki eserleri hoca tarafından seslendirilir, talebeye usülü ile birlikte bölüm bölüm veya bütünüyle defalarca tekrar edilerek ezberletilirdi. Burada ise notadan öğrenilmesi söz konusu olmadığından hafızanın çok önemli rolü bulunuyordu. Ayrıca eserlerin usül vurularak öğretilmesi usulün öğrenilmesi yanında meşki kolaylaştıran ve sağlamlaştıran bir tekniktir.


Bir sözlü mûsiki eserinin meşki şu şekilde yürütülürdü: önce geçilecek eserin güftesi talebeye yazırılır, üzerinde gerektiği kadar durularak doğru telaffuzu ve manasının anlaşılması sağlanırdı. Parçanın usulü eser icra edilmeden önce birkaç defa vurulurken talebe de buna katılır, böylece parçanın ritmi yerleşmiş olurdu. Ardından usul eşliğinde eser hoca tarafından okunup talebeye tekrar ettirelerek kısım kısım meşk edilir, belirli bir başarı sağlanınca bir bütün halinde talebenin hafızasına yerleştirilinceye kadar defalarca okutturulurdu. Parçanın bu ilk meşkinden sonra öğrenciye eseri gelecek derse kadar tekrar etmemesi tembih edilirdi. Bu uygulamada talebenin kendi başına esere ilave yapmasını ve besteyi bozmasını önlemek için gereklii ve önemlidir. Bir hafta sonraki derste eser üzerinde talebenin yanlışları veya bazı tereddütleri varsa bunlar giderilinceye kadar eser tekrar ettirilerek meşk tamamlanırdı.

Mûsikişinaslar meşke kabul edecekleri talebelerde mûsiki kabiliyeti yanında ses güzelliği, iyi bir mûsiki kulağıyla ritim duygusu ararlardı. Mehmet Esad Efendi Atrabü’l-Asar adlı eserinde XVII. Yüzyılın bestekâr, hanende ve mûsiki hocası Na’ne Ahmed Çelebi’den söz ederken onun talebe seçimine çok önem verdiğini ve mûsikinin inceliklerine vâkıf olmayanları meşklerine kabul etmediğini anlatır. İbnü’l Emin Mahmud Kemal’de Hoş Sada’da Hacı Arif Bey’in herhangi bir eseri öğrencisine en faza on beş defa tekrar ettiğini, sonuç alamadığında ise artık kendisi ile megul olamayacağını söylediğini ifade eder.

Meşk süresi talebenin yeteneği ile ilgili ise de bu uygulama sabır gerektiren zahmetli bir iş olduğundan genellikle uzun sürerdi. Meşke başlamada belli bir yaş söz konusu değildi. Çok küçük yaşta başlatılan meşkler yanında ileri yaşlarda da bu usül kullanılmıştı. Sadece hoca ve talebenin karşılıklı çalışmaları dışında bir çok talebenin katılımıyla sürdürülen toplu meşkler de vardı.


Meşk aldığı üstadın veya onun hocasının meşhur üstatlardan olması meşk alan kimsenin mûsikişinaslar arasındaki itibarında etkin rolü vardı. Nitekim Mehmed Suphi Ezgi’nin tambur hocası Kozyatağı’ndaki Rıfâi Tekkesi şeyhi Halim Efendi, onun hocası da Kuyumcu Oskiyam olup Oskiyam’ın hocasının III. Selim’e tambur öğreten Tamburi İzak olduğu göz önüne alınırsa Suphi Ezgi’nin İzak’a kadar uzanan klasik tambur tavrının bir temsilcisi sıfatıyla önemi daha iyi anlaşılır.


Kaynaklarda meşk sisteminin başlangıcıyla ilgili kesin bilgilere rastlamak mümkün değildir. Osmanlı toplumunda mûsiki öğretiminin başta saray olmak üzere ev, konak, cami, tekke ve kahvehane gibi mekanlarda yapıldığı bilinmektedir. Sarayda mûsiki eğitimi ve öğretimi için XVI. Yüzyılda özel odalar tahsis edilmişti. IV. Murad döneminde 1636 yılında bu faaliyet Seferli Koğuşu’na nakledilmiştir. Mûsiki eğitiminin saray içinde görevli mûsikişinaslar tarafından verilmesi esas olmakla beraber saray dışından mûsiki hocası getirilerek de meşk yapılmıştır. Ayrıca Harem-i Hümâyun’daki câriyelerin saray içinde ve dışında özel hocalardan meşk aldıkları bilinmektedir. 1635’te sarayda mûsiki öğrenmeye başlayan Evliya Çelebi, burada mûsiki öğretiminin yapıldığı ve fasılların geçildiği bir meşkhâneden bahseder (Seyehatname, I, 245). Ayrıca Ali Ufkî Bey, saray meşkhanesini ve orada geçen hayatı anlatırken bütün güç açık bulundurulan meşkhanede üstatlarla talebelerin öğleden sonra bazen sazlarla, bazen de çalgısız meşk ettiklerini söyler. (alıntı için bk. Behar, Ali Ufkî ve Mezmurlar, s. 44-46) Antoine Galland, 1672 yılına ait hâtıralarında İstanbul’da Eminönü’ndeki Yenicami’de hoca ile talebe arasında cereyan eden bir ilahi meşkinden söz ederken Türkler’in mûsiki öğretimini nazariyat ve nota ile değil hafıza ile ve üstadın ağzından yaptıkları anlatılmıştır. (İstanbul’a Ait Günlük Anılar, I, 79)

Tekkelerde ve özellikle Mevlevî dergâhlarında öncelikle dini musiki ve onun yanında her türlü mûsiki meşki yapılır, hatta saz icrası öğretilirdi. Yüzyıllar boyu adeta bir konservatuvar görevi yapmış olan mevlevihaneler, özellikle XVII. Yüzyılın başından itibaren bu fonksiyonlarını daha sistemli şekilde devam ettirmişlerdir. Buralarda mûsiki yanında semâ meşki de yapılarak semâzen yetiştirilmiştir.

Mûsiki meşklerinin yapıldığı mekanlar arasında bazı kahvehanelerin de bulunduğu bilinmektedir. İbnülemin Mahmud Kemal Hoş Sadâ’da Hâfız Kemal, Hâfız Sâmi, Ahmet Avni Konul ve Lemi Atlı gibi mûsikişinasların hocası, XIX. Yüzyılın zâkir ve bestekarlarından hanende Hacı Kirâmi Efendi’nin Taşkasap semtindeki bir kahvehanede düzenli biçimde talebelerine mûsiki meşkettiğinden bahseder.



Gezindim saz-ı hicranımla binbir perde üstünde
Şu aheng-i hayatın darbını taksime yeltendim.
Neyzen Tevfik Kolaylı (1879-1953)



XIX. Yüzyılın sonlarına kadar mûsiki meşklerinden genellikle bir ücret alınmadığı kayanklardaki bilgilerden anlaşılmaktadır. Ancak sarayda yapılan meşkler için hocalara belirli bir ücret verildiği, konaklarda sürdürülen benzer faaliyetlerin karşılığı olarak da sanatkarlara ödeme yapıldığı bilinmektedir. Son dönemlerde geçim sıkıntısı çeken bazı musikişinasların da para karşılığı ders verdikleri kaydedilmektedir.

Birçok faydası yanında nota yazısının umumiyetle kullanılmadığı, repertuvarın ağızdan ağıza nakledildiği meşk ortamında eserlerin aktarıla aktarıla az ya da çok bazı değişikliklere uğrayabileceği ve bunun neticesinde aynı eserinin birkaç versiyonunun ortaya çıkabileceğinin göz ardı edilmemesi gerekir. Buna rağmen Osmanlı döneminin sonunda ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan özel mûsiki cemiyetlerinde (mektep) ve ardından geniş anlamda bir konservatuvar niteliğini alan Dârülelhan’da da meşk sistemi devam ettirilmiştir.

7 Şubat 2008 Perşembe

FLAMENKO İLE İLGİLENİYORUM DİYORSANIZ ;)


Flamenko’ nun doğuşundan bu yana kanunlarının genelde 19.yy’da oluştuğu düşünülmektedir. O yüzden 19.yy’da Flamenko’ nun “Altyn çağ” ‘ını yaşadığı ileri sürülmektedir.
20.yy’da tüm dünyada oldukça yoğun bir şekilde yaşanan kültürel değişim döneminden sonra gitar, dans, ve şarky söyleme, büyük değişiklikler göstermiştir. Flamenko, Jazz, Doğu Müziği,ve Pop Müzik gibi aklımıza gelebilecek her müzik arasında etraflı bir karışım olmuştur. “Flamenco Joven” (genç Flamenko), Geleneksel Flamenko’ dan daha evrensel ve daha canlıdır. Çünkü değişen dünyanın getirdiği imkan ve avantajlar herşeyi olduğu gibi müzisyenleri de etkilemiştir. Bu genç sanatçılar çok şanslıdırlar çünkü atalarının çektikleri sıkıntıları onlar yaşamamış ve bu durum müziklerine yansımıştır.
1950’lerde Flamenko tarihi açısından pek çok önemli olay olmuştur. Cafes Cantantes’ nin tutkunları dışındakilere müziğin kültürü tanıtılmıştır. 1954’te, tüm Flamenko ustaları “Antologia del Cante Flamenco” ‘ ya kaydedildiler; iki yıl sonra, Cante Jondo’ nun ulusal yarışması Cordoba’ da başlatıldı. Daha sonra 1958’de, Jerez’ de Flamenkoloji kürsüsü oluştu. Bu olayların her biri medyanın ilgi ve saygısını kazandı ve bunlara ilaveten pek çok klüpler oluştu. Bu klüpler yeni şarkıcı ve müzisyenlerin yetişmeleri için elverişli ortamlar haline geldiler. Sivil savaştan sonra 1960’ lara kadar, Flamenko’ nun tiyatroda ünlenmesi, tatil yörelerinde ve kayıtlarda yayılması Flamenko’ nun tekrar tanınması sağlandı. Sadece birkaç on yıllık süre içinde, bu özel ifadeli ve kişisel halk müziği , özel sihrini çok büyük bir seyirci kitlesine satmak için zorlandı. Sadece yüzeysel kısmı, Flamenko’ yu tanımayan bir seyirciye sunulabildi.
Günümüzde İspanya dışyndaki dünya, güney İspanya ve Kuzey Afrika’nın tanınmayan eski kültürlerinin farkına varmaktadır ve şimdi Flamenko’ nun gelişimine her zamankinden fazla katkıda bulunmaya hazırdırlar... Son zamanlarda gitar dünyasında, daha karmaşık ve daha modern armonilere, Flamenko gitarıyla başka enstrümanların birleştirilmesine çalışılmaktadır. Yine de birbirinden ayrılamayan kompas ve aire üstün kalmaya devam ediyorlar. Aslında, modern stilde kompaslarda yeni bir vurgulama yapılmıştır.
60’lı yıllardan beri, Rumba, Flamenko’ yu çok iyi tanımayan seyirci kitlesinde Fandango’ nun yerini almıştır. 1980’li yıllarda, Flamenko’ yu Rock ve Latin Salsa’ sı ile kaynaştıran bir grup olan Ketama , ilk albümlerinden sonra İspanyol basını tarafından “Yeni İspanya” müziğinin yaratıcısı olarak ilan edilmiş, o zamandan beri, Flamenko’ nun öncüleri olmuşlardır. Nali’li Toumani Diabate ve İngiliz basçı Danny Thompson’ ın işbirliği ile iki “Songhai” albümü çıkarmışlardır
. Pata Negra adlı grup da onlarla birlikte çalışmış ve “Blues de la Frontera” albümleriyle eşdeğer duyguları yakalamışlardır.. Bu canlanma ve diriliş, Flamenko’ yu klüplerde canlı tutmaya çalışanlarla sınırlandırılmamıştır. Yani Flamenko her türlü yeniliğe açıktır. Gypsy Kings (güney Fransa’ lı bir çingene grubu) Flamenko – Rumba’ sını, tüm dünyaya tanıtmış ve sevdirmiştir. İspanya’ya Latin Amerika’dan geri gelen Rumba, (bu yüzden “gidiş-geliş” müziği olarak bilinir) fetihçilerin ve onların ataları tarafından yeni dünyaya götürülen İspanyol müziğinin kaynaşmış halidir.
Gitarist Paco de Lucia ve özellikle usta şarkıcı El Camaron de Isla’ nın yenilikleriyle Flamenko 1960’ların sonunda güç kazanmaya başladı. Bu müzisyenler Flamenko’ yu kendi ailelerinden öğrenerek yetişmişlerdi ama kendi müzik zevkleri uluslararası Rock, Jazz ve Blues ‘u kapsıyordu. Paco de Lucia Jazz ve Salsa’ yı Flamenko üslubunda armoniledi. Camaron ise tam bir ilham kaynaşıydı... Yaptıkları çalışmalarda Flamenko sanatçılarının yanısıra Chick Corea ve Miles Davis’i de görmek mümkündür. Günümüzde payolar (çingene olmayan Flamenko sanatçıları) da gitano (çingene) Flamenko sanatçıları kadar beğenilir. Ne var ki, daha önceki kültürel mirasın birer varisi olmak çok büyük önem taşımaktadır. Paco de Lucia’ yı Lole y Manuel izledi ve Flamenko’ nun güncelliğini koruyabilmesi için çaba sarfetti. Aslında Jazz sanatçısı olan Jorge Pardo ise Paco de Lucia’nın saksafon ve flütçüsüydü. Salvador Tavora ve Mario Maya’ da Flamenko kökenli müzikleriyle tanınırlar. İşte bu genç ve gelenek dışı müzisyenler 1990’ larda Nuevo Flamenko olarak tanınmaya başlamışlardır.
Paco Pena ise 1991’de “Misa Flamenca” isimli bir kayıt yaptı. Bu kayıt, katolik ayininin Flamenko formlarına uyarlanmış haliydi. Bu çalışmaya ayrıca Rafael Montilla “El Chaparro” ve klasik akademi korosu da katılmıştır.

eveet... flamenko üzerine bu kadar açıklamadan sonra benim size tavsiyem Safa YEPREM olucak:) Özellikle de kendisine ait www.safayeprem.com sitesinde video, döküman ve bilgiye ulaşabilirsiniz ;) Sanırım flamenko ve gitarını sevenlere güzel bir kaynak olur.


Madem Safa YEPREM dedik..Sanatçı hakkında biraz da bilgi verelim o zaman;)

7.11.1974'te Ankara'da doğdu. İlk ve orta ögrenimini İstanbul'da tamamladı. Müzik eğitimine 1983' te başladı. Klasik, akustik, elektro ve bas gitar çalışmaları yaptıktan sonra 1991'de Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü' ne girdi ve klasik gitar çalısmalarına Prof. Dr. Yıldız Elmas ile devam etti. Klasik gitarın yanı sıra Flamenko ve Latin Amerika tarzı gitar müzikleri üzerinde de çalışmalar yaptı. Gitar ve oda müziği için kompozisyon ve düzenleme çalışmaları yaptı. 1993-1994 döneminde TRT İstanbul Gençlik Korosu ile çalısmalarda bulundu ve çesitli konserlere katıldı. İlk film müziği çalışmasını 1994'te yaptı. (Yanlış Numara - Yönetmen: İslam Gemici) 1995'te Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü'nün Lisans programından mezun oldu. Aynı yıl Marmara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü' nün yüksek lisans sınavını kazandı. "Flamenko Stilleri ve Gitar Eğitiminde Kullanılabilirliği" başlığı ile bir tez hazırladı. 1998'de yüksek lisans programını başarı ile tamamladı. Yurt içinde ve yurt dışında birçok konser verdi ve sanatsal etkinliklerde görev aldı. Müzik eğitimi veren orta ve yüksek dereceli ögretim kurumlarında gitar öğretmenliği yaptı. Eserlerinden bazıları, Kanada'da "Les Productions d'OZ" tarafından yayınlandı ve çesitli ülkelerde birçok gitarist tarafından yorumlanmaktadır.
Suite de la Caloriferre Solo Gitar İçin 1997 Midnight Solo Gitar İçin 1997Café turc Dört Gitar İçin 1998Café turc isimli eserinin ilk seslendirilisi Virjinya - Amerika'da Alexandria Guitar Quartet tarafından yapılmıştır. Ayrıca Japonya'da Nagiwa Guitar Quartet tarafından seslendirilen bu eserin CD kaydı ise "Quadrant" isimli Belçika'lı gitar dörtlüsünün "VIAJE AL SUR " isimli albümde yapılmıştır (2004). 1997-1998 döneminde Çağdaş Bale Topluluğu' nun "Carmen" temsilinin Flamenko gitar müziklerini hazırladı ve icra etti. Aynı dönemde İstanbul Flamenko Topluluğu' nu kurdu. "Flamenko Sanatı ve Gitar" isimli bir gitar metodu hazırladı. Bu metodla Flamenko Sanatının yapısından yola çıkarak klasik gitara yeni bir bakış açısı kazandırmayı hedeflemektedir. Bu metod çalışmasını, ek olarak hazırladığı Video CD projesi ile destekledi. Bu metodun ilk baskısı, "Bemol Müzik Yayınları" tarafından 2001 yılında yapılmıştır. Genişletilmiş ikinci baskı ise, video çekimleri yenilenerek 2003 yılında yapılmıştır. 1999 yılında askerlik hizmetini Ankara'da Kara Harp Okulunda tamamladı. Bu dönemde 13 Mart etkinlikleri için "Güneş Harbiye'den Doğdu" isimli tiyatro oyununun müziklerini Semih Korucu ve Kenan Korbek ile birlikte hazırladı. Halk Türküleri üzerinde yapmış olduğu benzeri çalışmalar, askerlik görevi sonrasında tanıştığı müzisyenler ile birlikte kurdugu grupla devam etti. Bu grup "Ada Müzik" stüdyolarında 1999-2001 yılları arasında "Namekan" isimli albümü hazırlamıştır. 1999 yılında Burç FM' de "Gitarcının Günlüğü" isimli radyo programının yapımcılığı ve sunuculuğunu yaptı. Ayrıca birçok televizyon ve radyo programına konuk sanatçı olarak katıldı. 2002 yılında "Klasik Gitar için Halk Şarkıları" isimli repertuar kitabı "Bemol Müzik Yayınları" tarafından yayınlandı. 2004 yılında "doktor" ünvanı alarak bu programdan başarı ile mezun oldu.

Sanatçı hakkında bilgi de aldığımıza göre şimdi soruyorum sizeeee :)

Hiç gitarla İstiklal Marşını dinlediniz mi?

cevabınız benim gibi hayır ise o zaman tıklayın derim :)







benden bu kadar:) gerisini bulmayı ilgilenenlere bırakıyorum ve bırakın müzik ruhunuzun tozunu alsın diyorummm..:)


Besteyi Allah yaptırır nota değil

Sami Savni Özer
Besteyi Allah yaptırır nota değil


2002’de Hû albümüyle ilahileri Rumelihisarı’na kadar taşıyan Sami Özer: “İnsanların rüyalarında Peygamberimiz’e ilahi okumuşum. Ötesi var mı?”

Türk tasavvuf müziğinin kitlesel bir kimlik kazanması hususunda atılan en önemli adımlardan biri 2002 yılında çıkan Hû albümüydü. Tasavvuf müziğinin önde gelen ismi Sami Özer bu albümde ilahileri, daha Batılı bir müzikal formasyonun içine sokarak, her kesimin dinleyeceği bir renge büründürmüş, bir adım daha atarak Rumelihisarı’nı ilk kez tasavvuf eserleriyle tanıştırmıştı. Müzikle ilgili olan birçok insan Sami Özer’i, Mazhar Alason ve Cem Yılmaz’ın başrollerini oynadıkları ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’ filminin soundtrack’inde vokal yaptığı ‘Bu Ne Biçim Hikâye Böyle’ ve ‘Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim’ şarkılarından hatırlayacaktır. MFÖ ile 1990’ların başında çalışmaya başlayan Sami Özer, o yıllarda solo albümlerini de sunmaya başladı. En son Fahir Atakoğlu’nun ‘Beyza’nın Kadınları’ filminin soundtrack’inde ‘Aman’ adlı gazeli okuyan ve büyük beğeni toplayan Özer, Beykoz’un gözlerden uzak köylerinden Dereseki’deki evinde ağırladı bizleri.

Kırklar Sultan Türbesi’nin yanıbaşında kendi deyimiyle ‘kuş kafesi’ gibi evinin hikâyesini, “Ev yapmaya param yetmez diye düşünürken, Ey Allahım 2-3 albümleriyle, bismillah deyip kolları sıvadık. 1994’te başladık, beş sene sonra bitirdik.” diye anlatıyor. Özer, gözlerden uzak, Yakındoğu dilleri uzmanı Lübnan asıllı eşi Prof. Yumna Hanım ile mutlu bir hayat geçiriyor.

-İsminizin sözlükte karşıladığı anlam ‘işiten, duyan.’ Ne ilginç ki isminizle müsemma müzik kulağınız küçük yaşta fark edilmiş. Bu fark ediliş ve yola çıkış nasıl oldu?

Bunu daha önce Ali Ulvi Kurucu Bey de söylemişti, “Sami olmak kolay değil.” diye. İlkokul öğretmenim çok güzel şarkı söylediğimi fark edip, 5. sınıfa kadar beni şarkı söyleterek geçirmişti. Her sınava girdiğimde ‘Kınalı Keklik’i söylerdim. Paşabahçe Tepeüstü Camii’inde çok güzel sesli bir hoca vardı. Onun ezanı, 9 yaşımda beni celbetti. Ben de onunla okumaya başladım bağıra bağıra. Vakit gelmeden okuduğum için bilgisiz olanlar “Daha yeni kıldık. Bu ne ezanı?” deyip tekrar namaz kılardı. Musikiyle tanışmam ve kulağımı fark etmem Ezan-ı Muhammedi ile başladı.

-Ezanla açılan kapının ardından neler geldi?

Tabii yokluk yılları o zaman. Ailem, Paşabahçeli orta halli bir aileydi. Biriktirdiğim parayla 16 yaşımda Philips pikap almıştım. O zamanlar Mustafa Sağyaşar, Gönül Akkor, Bedia Şensancakoğlu’nun plaklarını dinliyordum. Paşabahçe’de Tekel’in bir düğün salonu orkestrası vardı. Ezanı bitiriyordum, koşa koşa programa gidiyordum. Öyle yokluk yılları ki sahnede şarkı söylerken bir kızın “Çok güzel sesi var. Ama kıyafeti ne biçim!” dediğini unutamıyorum. Çok üzülmüştüm. Cenab-ı Allah çok şükür, şimdi her şeyi verdi. Evlendiğimde tek odalı bir evde oturduk. Kendisi Yakındoğu dilleri uzmanı bir profesör olmasına rağmen, sesini çıkarmadı. Dünya sizin olsa bile hissettiğiniz mutluluk değil. Hakiki bir dostun, anlaştığın bir eşin varsa ve bir Allah dostunun muhabbetine muhatap oluyorsan mutluluk odur.

-Ünlü bestekâr Amir Ateş’in sizi keşfetmesi ne zamana rastlıyor?

Bir ayakkabı mağazasında tezgâhtarlık yaparken, Paşabahçe Camii imamı Mithat Yılmaz hoca, bana zorla okutturdukları ezanı duyduktan sonra tezgâhtarlığı bıraktırdı. Arapçayı ve ikinci gününde hafızlığı bıraktırıp Celaleyn tefsirini okutmaya başladı. Talimi, tecvidi o öğretti. Sultan 3. Mustafa Camii’nde 1968-69 yıllarında müezzinlik yaptım. Her güzellik başa bela! Sesin güzelse, diğer müezzin seni kıskanabiliyor. Gençliğin de verdiği sinirle müezzinliği bıraktım. Aynı adamı Hac’da Arafat’ta gördüm ve hakkımı helal ettiğimi, kimsenin gıybetini yapmamasını söyledim. O aralar, bir mevlitte ünlü bestekâr Amir Ateş’le tanışmıştık. Evinde 3-4 sene meşkler yaptık. O zamanlar Sarıyer’de hafızlar günü yapılırdı. Hüseyin Sebilci, Yıldırım Gürses ve babası, İsmail Biçer, Fevzi Mısır, İbrahim Çanakkaleli, Eşref Akhisarlı da katılırdı bunlara. Bir ezanı yedi kişi okurduk. Amir ağabeyle yaptığım meşk hem Türk müziği hem de cami musîkisiydi; ama tekke musîkisi değildi. “Seni Emin Ongan hocaya götürme zamanı geldi.” dedi bir gün. Emin hoca elimden tutarak radyo korosuna aldı. Orada da çok ağır eserler okunuyordu. Itri’nin, Zekai Dede’nin... En yeni eserler Şevki Bey’in, Saadettin Kaynak’ın ve Selahattin Pınar’ın eserleriydi. Bu eserler beni uyutuyordu. Üsküdar Musîki Cemiyeti tek sınıftı o zaman. Meşk ederken hoca, öğrenci takip ediyor mu diye öğrencisine ‘Sen oku’ derdi. Bana ‘Sami’ dedi ve çok fort bir şekilde girdim esere. ‘Çüş, hayvan’ dedi. ‘Eşekte de ses var.’ Rezil olduk. Ama Allah razı olsun, bize ses kullanmayı öğretti.

-Radyo günleriniz ne kadar sürdü?

Çok da kısa sürmedi aslında. Altın Ses yarışmasında Türk Müziği kategorisinde birinci olmuştum, 1974’te. Sonra İstanbul Radyosu sınavını kazanıp girmiştim radyoya. Radyo günleri yaptığımız sırada televizyon yeni çıkmıştı. Yıldırım Gürses’in Hoş Sada isimli programında bir gazel okumuştum. Türkiye’de adamın yoksa sanatçılığın önemli değil. Sizde bir şey görsünler, komplekse girip önünüzü tıkıyorlar. Halbuki Allah herkese ayrı bir güzellik vermiş. Bendeki ses benim değil ki! Allah’ın emaneti.

-Altın Ses yarışmasında birinci oluyorsunuz... Bugün kim olsa bunu şöhrete tahvil eder. Siz neden yapmadınız?

Çünkü yalakalığı sevmiyorum. Bende bir şey varsa, karşımdaki değer versin. Benden aklımın dışında bir şey istemesin. Mesela, Bosna Festivali’ne gittiğimi 5N1K’nın sunucusu Cüneyt Özdemir uydudan izlemiş. Türkiye’de yeni çıkmışım gibi telefon etti: “Sizin varlığınızdan nasıl haberim olmaz. Programıma gelir misiniz?” Gittim... Adamın tarzına bak: “Siz Karagümrük’teki tarikattan mısınız?” “Bir dakika ya. Kendine malzeme yapmak için mi çağırdın beni buraya? Televizyon meraklısı değilim, sanatçı diye çağırdıysan program yapalım.” dedim. Baktı pabuç pahalı, alttan almaya başladı. Birilerini kullanmak istiyorlar. Onlara yalakalık yaparsan bir yerlere geleceksin. Burada Tarkan, Michael Jackson oldun. Sonra?

-Hayatınızın dönüm noktası neydi?

Sefer Dal hazretleriyle tanışmamdı. 1985’in sonuydu. 1981-82’lerde Trabzonlu bir kızla nişanlıydım. Gözleri çok yüksekte bir aileymiş. Babasıyla dükkân açmıştık. Babası ‘Kızımı İsviçre’de balayına götürebilecek misin? Ona Mercedes araba alacak mısın?’ gibi isteklerde bulununca, muhabbet bir anda cehenneme dönüştü. Ceketimi alıp bir daha dönmemek üzere o dükkândan çıktım. O zaman görseydin canlı cenaze gibiydim. Bir vesileyle Karagümrük’e gittim. Sefer Efendi hazretleri “Oğlum, rüya görürsen anlatacaksın. Kısmetinde varsa buraya evlat olursun.” dedi. Rüyayı o gece gördüm; çünkü çok istiyordum. Birden cennette gibi oldum. Bugün dünyada tasavvuf musîkisinin sebeb-i hikmeti Sefer Dal hazretleridir. Koca Grundig teyplerle bestekârlardan kayıtlar yapıp arşiv hazırlayan Sefer Efendi’dir. Ona rüyayı anlatınca “Oğlum bak, bu yola girmek tam girmek, çıkmak da tam çıkmaktır. Rüyada sana davet var.” dedi. Hizmetinde 13 sene bulundum. Vakıftan geliyorsak, “Hadi Sami, Şeyhimin İlleri’ni hüzzam makamında oku.” derdi. O anda beste yaptırıyor. “Acemaşiran yap, Nihavend yap…” Böyle eğitti... CD’lerimdeki repertuarımın yüzde seksenini Sefer Efendi hazretleri hazırlattı.

-Eşinizle tanışmanız nasıl oldu?

Evliliğimizin nedeni Sefer Efendi zaten. Kız profesör, ben öylesine bir adam… Türkiye’de hafıza, müezzine istikbali yok diye kim kız verir. Ben başıma o olay gelince evlenmeyi unuttum. Sefer Efendi bir gün buyurdu ki “Seni Yumna ile evlendireyim.” Yumna’yı da hiç tanımıyorum o zaman. “Tabii efendim.” dedim. Herkes kızdı bana, tanımadan neden evet dedim diye. Yumna’yı daha sonra rüyamda gördüm. Bir gün vakıfta ‘Yumna geldi’ dedim herkese ve onu rüyamda gördüğümü söyledim. Yumna indi aşağıya ve efendimin yanına geldi. Sefer Efendi, Yumna’yla konuşup ikna etti. O zaman Amerika’da okuyordu. Boğaziçi Üniversitesi’nden burs kazanıp Türkiye’ye gelmişti. Türkiye’yi çok seviyordu. Eşim benden çok önce tanışmış vakıfla. ABD’de Muzaffer Efendi döneminde...

-İlk albümünüz ne zaman çıkmıştı?

Evlendikten sonra. 1993’ün sonlarında çıktı: Ey Allahım 1. O albümü yaptık. Sefer Efendi ile arabada dinliyoruz. Dereseki’ye gelirken Şeyhimin İlleri’ne denk geldi. Orada ‘Şu benim Divane Gönlüm’ diye yarım bir kaside vardı. Dinleyince başladı hüngür hüngür ağlamaya. Ben de ağlayınca, biz kendimizi kaybettik. Sonra ‘Ey Allahım 2’ geldi. Ey Allahım 3’te tasavvuf müziğinde ilk kez orkestrayı kullandık. Sefer Efendi’nin isteği üzerine bunu yapmıştık, çok tepki aldık. Vakıfta kaseti koydu çaldırıyor. “Oğlum bundan sonraki kasette kemanları biraz daha çoğalt. Gitar koy, ritmleri çoğalt.” dedi. Hocam “Tasavvuf gönül çalmaktır.” diyordu. MFÖ ile çalışmamı da kendisi istedi. Mazhar geldiğinde “Efendim, Ahmet’le (Özhan) çalışmak istiyoruz.” dedi. Ona cevabı “Hayır, siz Sami ile çalışın.” olmuştu.

-Yanılmıyorsam 1991 ya da 92... Agannaga albümü, değil mi?

Evet, o albümdü. 1992’lerde çalışmaya başladık. 1999’a kadar devam ettik. Konserleri bara kayınca, müsaade alıp ayrıldım. Hatta beraber bir albüm çalışması yaptık, çıkaramadık.

BESTEYİ ALLAH YAPTIRIR, NOTA DEĞİL

-Sami Özer’in sesi insanı farklı buudlara taşıyor. Bu sesin sahibi, küçük kainât olan insan üzerinde müziğin bu kadar etkili olmasını nasıl açıklar?

Musîki insanın tabiatında var. Olmasa konuşamayız bile. Direkt gönle hitap ediyor. Tasavvuf gibi musîki de bir hâl ilmi. ‘Hû’ albümünden sonra insanlar beni arayıp, “Allah sizden razı olsun, çocuklarımıza ilahi dinletiyoruz.” demeye başladı. 7 yaşındaki bir çocuk, vakfa gelmişti. Rüyasında görmüş, Peygamber Efendimiz “Ben Sami ümmetimi çok seviyorum. Ondan memnunum.” demiş. Benim için dünyadaki her şeyden daha güzel bu. Marmara FM’de canlı bir yayında bir kızımızın üniversite hocası aradı. “Ben tasavvuf musîkisiyle Sami bey sayesinde, bir öğrencim aracılığıyla tanıştım.” dedi. Bu kız bir rüya görmüş, Peygamberimiz yine memnuniyetini anlatmış. Medine-i Münevvere’de bir sabah gelen telefonda mimar Mahmut Sami Kirazoğlu kardeşim aradı, ağlayarak. Telefon sabah namazında gelince tedirgin oldum. “Ey Benim Devlet-i Sultanım’ı dinlerken birden yakaza hali oldu. Mahşerdeyiz. Peygamber Efendimiz, Sahabe-i Kiram, Ehl-i Beyt hepimiz oradayız. Sen karşımızdan gelip Ey Benim Devlet-i Sultanım’ı Peygamberimize okuyorsun.” dedi. Rabbim bana bu güzellikleri yaşattı, yetmez mi?

-Kainâtın musîkisinden ne anlıyorsunuz?

Balkonda oturup dinliyorum... Kuşlar ne melodiler çıkarıyor. Kelebekler sema ediyor. Bahçede bazen ilahi söylüyorum. Bakıyorum, sülükler çıkıyor meydana. Burada sülük falan göremezdik. Musîkinin her şey üzerinde tesiri var. Kıyamette üflenecek surda kim bilir hangi melodi çıkacak ki hepimiz uyanacağız. Kainât musîkisiz olmaz.

-İnsan bunun farkına nasıl varabilir?

Kültürlü olmalı, okumalıyız. Babadan miras bir din yaşıyoruz. Şimdi çok güzel bir gençlik yetişiyor. Allah, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin evlatlarından razı olsun. Bu seneki Kutlu Doğum Haftası’nda onlarla beraberdim. Bu kadar güzelini görmemiştim. ABD’ye de istediler. Ahmet (Özhan) gitti, ben gidemedim. Seneye inşallah…

-Ahmet Özhan, onca insanı mahzun kılan hüzünlü bir gurbeti ezgiledi. Sizin böyle bir düşünceniz var mı?

Kırık Mızrap’tan beste yapmak istiyorum. Çok güzel şiirler var. İçlerinden seçeceğim. Binlerce şiir arasından bir şiir çıkar karşınıza ve o anda kendi kendini besteler. Beste musiki tekniğiyle yapılan değil, Allah tarafından ilhamla kalbe verilen bir şeydir. Bazı cahiller, “O adam nota bilmiyor, ne anlar besteden.” diyor. Saadettin Kaynak da nota bilmiyordu!

KAİNAT ELESTİ Bİ RABBİKÜM’DEN BERİ MUSİKİSİNİ ÇALIYOR

-Müziğin i’lây-ı kelimetullâh’taki yeri nedir?

İnsanlar çok iyi bir musîki dinlediklerinde birden cezbeye gelir ve ‘Aman’ diye bağırırlar. O, Cenab-ı Allah’ın Elesti Bi Rabbiküm’de kuluna dinlettiğine en yakın ses. Bak, müzik Elesti Bi Rabbiküm’den var. Tasavvufu müziksiz kolayca sevdiremezsin. Mesela benim MFÖ ile çalışmamdaki amaç, onların müziğiyle tasavvuf musîkisinin bir yerlere açılması. Onlarla çalıştığım için tasavvufla ilgisi olmadığı halde bizi görüp buna merak salan insanlar var. Sadece bende değil, Ahmet Özhan, Mehmet Emin Ay, Erkan Mutlu’da da böyle... Yıllarca insanları namaza teşvik etsen de başaramayabilirsin. Bir tarafta bir ilahi okuyorsun, Boğaziçi’nde okuyan bir bayan yazdığı mektupta aldığı albümle namaza başladığını söylüyor.

-Türk sanat müziği ile tasavvuf müziği arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz?

Notasal yapıları aynı, tarzları farklı. Türk sanat musîkisinde tasavvufî çok şarkı var: “Anar ömrünce gönül, giden sevgilileri/ Bilmez biçâre gönül, giden dönmez ki geri.” Şimdi düşün, ne sevgililer gitmiş. Başta Resulullah Efendimiz’i düşün, sahabeleri düşün, Said-i Nursi Hazretleri’ni düşün, Gönenli Mehmet Efendi, Mehmet Zaid Koktu hazretlerini düşün… “Mahzun gönül şâd olacak mı zannediyorsun/ Vah esef vah, aldanıyorsun”, “Bu âlemde derdi olmayanın hali yamandır.” diyor mesela… “Vücud ikliminin sultanı sensin.” Nasıl dinliyorsan öyle.

-Yaptığınız albümler içinde biri var ki çok önemli: Hû. İlahilere senfonik altyapıyı ilk kez getiren çok başarılı bir çalışma. Sizi popüler kültürle de tanıştırdı. Sizce nasıl bir adımdı bu?

Ali Taran çok sevdiğim dostumdur, o vesile oldu. Hakan Uzan kendisine “Sami bey, bize bir ilahi albümü yapmaz mı?” diye sormuş. Ali söyleyince, hemen istedim. Çünkü açılmamız gerekiyordu. Erol Köse’yle görüştük. Benden anlaşma istediğinde, “Kimseye imza atmam. Benim imzam, sözümdür. Söz verdimse yapacağımdır. Siz beni aradınız.” dedim. Hakan Uzan’dan korktuğu için “Tabii Sami Bey, nasıl isterseniz öyle olsun.” dedi. Bir de “Kliplerde hanım mankenler kullanalım.” demez mi... “Bunları unutun Erol Bey. Allah beni muhafaza etsin, ben şöhretin hırsında değilim.” dedim. Uzanlar büyük hizmet etti aslında. Hiç düşünür müydünüz tasavvuf musîkisinin Rumelihisarı’nda yankılanıp, Kral TV’de birinci olacağını? Bu iş, adamları aştı. Sosyete denilen kitlenin içine girdi. Hû’dan bir kuruş para almadım; kendi paramla alıp 2 bin kaset-CD de hediye ettim insanlara. Bundan asla şikâyetçi değilim. Hû albümü bu hizmeti başka bir yere taşıdı.

-İlahileri çoksesliliğe taşımak ve arp gibi farklı bir enstrümanı kullanmak nereden geldi aklınıza?

Bir gün Akmerkez’de eşimle geziyorduk. Birden karşımıza Athena Grubu’ndan Gökhan çıktı. “Hocam.” diye sarıldı. Yumna korktu tabii... “Ben sizi tanımam. Arp sesini duyunca ‘Bu ne ya’ dedim. Bir baktım siz çıktınız.” dedi. Evime geldiler sonra. Gökhan maneviyatı çok iyi bir çocuk. “Çok ağır bir nefis mücadelesi veriyorum Sami abi.” dedi. İnsanların dış görünüşüne bakmamak lazım. Hû’da obua, trompet ve gitar da kullandık.

-Kimin fikriydi bu?

Eşim arpist benim. Amerika’da bıraktı arpını. Arp, dinlerken sanki denizin derinliklerinde müzik dinliyorsun. Fatmagül Hanım zor olanı başardı ve arpla tasavvuf parçalarını çaldı.

-Yeni denemelere devam edecek misiniz?

Bir kere büyük bir koroyla söylemek istiyorum. Bunun dışında da piyano kullanacağım. Elektronik saz kullanmıyorum. Onun için Ada Müzik’ten İhsan Apça’yla çalışıyorum. Diva isimli albümde Gloria Estefan’ın kullandığı bateri, tumba, darbuka ve bendirlerin ritmine bayıldım. Böyle bir sound yakalamak istiyorum.

SAMİ ÖZER’İN DİLİNDEN

- Kulağım her şeyi dinleyecek kadar ucuz değil. Mariah Carey, Nat King Cole, Ümmü Gülsüm’deki o sesler Allah’ın emanetinin güzellikleridir. Ümmü Gülsüm’de 9 oktav ses var. İnanılmaz değil mi? ABD, öldüğü zaman incelemek istedi, Mısır izin vermedi. Ama kıymetini bilemedi. Resulullah’a büyük aşkı varmış. Medine’de anlattılar. Bab-ı Selam’da ‘Ya Resulallah’ deyip vücudunu yere vurmuş ve kanlar içinde kalmış. Onun Tale’al Bedru’yu, Kur’an-ı Kerim’i okuyuşu beni çok etkiler.

- Klasik musîkiyi rahmetli Bekir Sıtkı Sezgin kadar iyi icra edecek bir kişi daha gelmez. Zaten güzel insandı. Hafız-ı kelâmdı. Dede Efendi, Itri, Sadullah Ağa’yı onun kadar yaşayan biri daha olamaz.

- Tasavvuf musîkisi sadece ilahilerden oluşmaz. Tekke musîkisi, cami musîkisi, Mevlevi ayinleri, duraklar, kasideler, naatlar, ilahiler, selâlar, temcitler…

- Cahil insanlar musîkiye yıllarca haram demişler. Müslüman, çocuk yapıp yatacak insan değildir. Biz müziğin de, sanatın da, resmin de, icadın da en güzelini yapacağız. İslamiyet tekâmül etmiş en güzel dindir.

- Sanatçının sonu nihayetinde pavyondur. Allah o kapıyı açmasa sonunda ne olacak? Tavernalara, gece kulüplerine düşeceksin. Çokları böyle yokluk içinde öldüler.

- Karagümrük Tasavvuf Vakfı’nın müezziniyim. Bunun için havaya giremem. Oraya on milyon tane müezzin getirilir. Şükretmem lazım, beni seçtiler diye.



Fatih VURAL, Aksiyon, Sayı:607



4 Şubat 2008 Pazartesi

HERKESİN “FA DİYEZİ” KENDİNE…

Vakti ile; Prof. Dr. Alaeddin Yavaşça İstanbul Radyosunda yönettiği topluluğun çalışmasını “Olmuyor! Fa diyezler tutmuyor, farklı basılıyor” diyerek keser. Baştan alınır, hoca beğenmez; üç-dört derken topluluğun ritim sanatçısı Nezih Uzel üstadımız dayanamaz, feryad eder:
“- Yeter hocam, herkesin fa diyezi kendine! ”(Kahkahalar…)
Bendeniz bugünlerde bu cümleyi, herkesin sanat zevki ve müzik anlayışına saygılı olmakla birlikte kendi duruşumuzu ifade için - pek severek – kullanıyorum. Ehlinin malumudur; dört koma Fa diyez (Eviç perdesi) belalı bir sestir. Bu perde kağıt üstünde dört koma gösterilse de, “Neva üzerinde Hicaz geçkisi” yapan makamlar icra edilirken, her makamda az ya da çok farklı basılır. O bakımdan, bu sesi doğru çıkarmak için doğru duymak, yani fem-i muhsinden (güzel okuyan ağızdan) “meşk” etmek gerekir…
Meşk, geleneksel müziğimizin asırlar boyu- nota icad olup mertlik bozuluncaya dek -kullandığı yegane eğitim metodudur. Daha önceleri de ebced notası, Hamparsum notası gibi nota türleri bulunmuş ise de yaygın olarak kullanılmamış, - ne hikmetse – musiki üstatları bu yönteme soğuk bakmışlardır. (1)
Soğuk bakmak şöyle dursun, Bolahenk Nuri Bey meşk sırasında bir şeyler not alan talebesine önce güfteyi yazıyor zannederek ses çıkarmaz; sonra “yazdığın nedir?” diye sorar. Talebe de: “Nota diyorlar efendim” deyince:
“- Ben bu eseri hocamdan 3 ayda meşk ettim, sana bir günde kaptırır mıyım?” deyip bastonu ile talebeyi kovalar.(Meşk usulünde klasik eserler, bölüm bölüm, parçalar halinde talebeye hazmettirilerek geçilir. Bir oturuşta nota ile geçilen eserler çabuk unutuluyor çünkü nota öğretim değil tesbit yöntemidir). Eski hocalar, emaneti ehline vermek gayesi ile olsa gerek “cami avlusundaki güvercinlere yem verir” gibi her hevesliyi de hemen meşke kabul etmezlermiş; kabul ettikleri zaman da eserleri kağıda değil, talebenin hafızasına nakşederlermiş ki usta – çırak ilişkisi içinde musiki bayrağı nesilden nesile kendi orijinalitesi ile aktarılabilsin… Geçmişte saray fasılları v.s. gibi ortamlarda diğer hanendelerin bilmediği eserleri okuyarak üstünlük temin etme niyeti ile notaya karşı çıkan “tekelci” musikişinaslar görülmüş ise de, büyük çoğunluğun “meşk zincirini” notaya tercih etmelerinin sebebi, “hasislik” değil kültür mirasını “bozulmadan – orijinal hali ile” kendinden sonrakilere bırakma arzusu olmuştur! Gözden kaçırılan bir diğer husus ise şudur:”Meşk” ederken hocadan sadece müzik öğrenilmez, aynı zamanda üslup ve tavır incelikleri, san’atkar edebi de öğrenilir. Hocanın sanat tecrübesi, felsefesi, ahlaki değerleri, müziğe bakış açısı da talebeler tarafından özümsenir, adeta emilir. Bu nimetten mahrum yetişmiş bazı mektepli(!) müzisyenlerin – notayı tersinden çalacak kadar müzik bilgi ve yeteneğine sahip olmakla birlikte – çabuk olgunlaşan ama tadı olmayan “sera domatesi” gibi manevi tesirden yoksun icralarının sebebini burada aramak gerekir. Bu açığı “gerçek üstat”ların kayıtlarını dinleyerek –Tanrı’nın lütfettiği teknoloji sayesinde- kapama imkanı varsa da unutmayalım ki MP3 çalar v.s. aletler, en güzel, en doğru icrayı dinlettirir ama asla talebenin yanlış bastığı perdeyi yakalayıp düzeltemez! Elbette konservatuar eğitiminin gerekliliği tartışılamaz; notasız müzik düşünülemez ama eldeki diplomaya aşırı güvenmek, meşk zincirinden kopuk yetişmiş (?) müzisyenleri “pusulasız bir gemi” gibi “kayalıklara” sürükleyebilir. Örneğin, geçtiğimiz yıl izlediğim bir konserde, Konservatuar hocası biri tarafından yönetilen 40 kişilik bir koro, Itri’nin meşhur “na’tı”nı topluca – üstelik Fahte usulünde – okumuştu. (Na’t bir kişi tarafından, serbest – usule bağlı kalmaksızın – okunur). Bu facia karşısında:
- Herhalde “Guiness Rekorlar Kitabına” girmeye niyetleri var, diyerek kendimi teselli etmiştim ve hatırıma musiki tarihimizin bir başka “fa diyez” olayı gelmişti:
Dar-ül-elhan Tasnif Heyetinde, Dellalzade’nin Yegah makamında “Gönül ki aşk ile pür-sinede hazine bulur” güfteli zencir usulündeki bestesinde geçen bir “Fa” notası hakkında, kurulun başkanı olan Ziya Paşa “Eviç perdesidir”, Zekaizade Hafız Ahmet Efendi de “Acem perdesidir” diye ısrar ederler; ancak Ziya Paşa’nın diretmesi üzerine Ahmet Efendi reise karşı gelmez, 10 altın maaşı terk edip istifa eder. Soranlara şöyle der:
- Bu eseri pederim, Dellalzade’den meşk etmiş; ben de ondan meşk ettim. Peder merhum, besteyi meşk ederken “Aman Hafız dikkat et! Vehleten Eviç gibi geliyorsa da Acem perdesidir” diye ikazda bulunmuştu. Ben bu perdeyi eviç okursam Dellalzade ve Zekai Dedenin ruhları muazzeb olur! Nerede eskiler, nerede biz?...

Abdullah UYSAL
(1) Evvela teknik olarak, tampere sisteme uygun nota yazımı ile iki tam sesin, 24 eşit olmayan aralığa bölünmesi sureti ile oluşan perdeleri eksiksiz göstermek mümkün olmuyor.
(Bir takım teknik ve teorik tartışmalar ile okuyucuyu bunaltmayalım…)

1 Şubat 2008 Cuma

Ney olup ağlamaktır en güzel duamız

Dinle neyden duy neler söyler sana, sızlanır hep ayrıılıklardan yana

Sızlanır hep ayrılıklardan yana
Kestiler sazlık içre der beni
Dinler ağlar hem kadın hem er beni

Dinle neyden ki hikâye etmede, Hep ayrılıktan şikayet etmede Mevlânâ’nın mesel dünyasında, ney insanı temsil eder. İnsan da, tıpkı ney gibi, içinde nefes saklamaktadır. İnsanın her sözü, bir özleyişin ve bir ayrılığın ifadesidir. İnsanın iç çekişleri, aslından ayrı olmanın hüznünü, yuvadan uzak olmanın sancısını yansıtır.

Kamışlıktan kopardıklarından beri beni, Feryadım ağlatır her kadını ve erkeği. Kamışlık neyin anayurdu ve evidir. İnsan da tıpkı ney gibi cennetten, yani yuvasından ayrılmıştır. Kalbinin ebedî muhabbetle doyduğu cennetten dünya gurbetine sürülmüştür. İnsan kalbi, tıpkı ney gibi, fena ve zevalin, ayrılık ve yokluğun yaşandığı bu dünyada, inceden inceye feryad etmektedir. İnsan ruhu olması gereken yerde değildir; geçmişe ait hüzünler ve geleceğe ait kaygılar, aslında hep bu uzaklığın sözsüz ve sessiz ağlayışından ibarettir.

Ayrılık parça parça eyledi sinemi, Anlaşılır eyleyeyim diye aşk derdini. İnsan duyguları göğsünde açılan yaralar gibidir. Tıpkı neyin göğsündeki deliklere benzer duygular. İnsana üflenen ruh da, bu deliklerle ifade eder kendini. Evden uzak kalmanın derdi, Ebedî Sevgili’den ayrı düşmenin sızısı, insanın kalbinden dışa doğru açılan duygularla sese gelir, söze dökülür.

Her kim ki, aslından uzak ve ayrı kalırsa, Kavuşma zamanını bekler durur ya.İnsan, En Sevgili’den uzak olup asıl yurdundan ayrı kaldıkça, kalbi hep bir buluşmanın ardı sıra koşar. Kalbi gurbete razı olmaz, ruhu ayrılığa dayanamaz. Dünyaya razı değildir; sevince ebediyen sevecekmiş gibi sever insan. Sevdiğini, hiç ölmeyecekmiş farzedip öyle sever. Sınırlı bir zamanda sevmek, ölünceye kadar sevmek insan kalbinin işi değildir. Ölümlü dünyada her aşk yarım kalmıştır, belki hiç başlamamıştır insan için. Bir başka yerde, hiç ayrılmamak üzere kavuşacağı zamanı bekler durur. Çünkü onun yurdu burada değil ötelerdedir.

Ben ki her cemiyetin ağlayanıyım, İyilerin de kötülerin de yârânıyım. İnsan, dünyada tamamlanmamışlı k hissiyle yaşar, her daim eksiği vardır. Eksikliğini çektiği şeyler sayısınca özlemleri vardır. Erişmek istediği ufuklar kadar geniş idealleri vardır. Her nerede olursa olsun ağlar haldedir insan. İyiler de kötüler de aynı hal içredirler ki, hepsine sırdaştır neyin ağlayışı.

Herkes kendince bana dost olmaya bakar, Sohbetimden sırlar öğrenmeye yol arar. Her insan, adını ne koyarsa koysun, bu derin ayrılığın sancısını çeker. Dile gelen her şikayet, kalbe düşen her hüzün, bu ayrılıktan kaynaklanır. Ayrılığın farkına varmayacak denli gafil olanlar da, ayrılığı inkâr edip bu dünyaya razı olanlar da, başlarını kalplerini bu ayrılık sızısından kurtaramazlar. İnsanlığın temel acıları değişmez; ama bu acıların sırrı da herkese açık değildir.

Sırrım ağlayışımdan uzak değil gerçi, Ancak her göz ve kulağa âşinâ değil ki. Aşkın sırrı, ötelere aşina olanların kârıdır. Gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, duyduğunu duyduğundan ibaret bilen gözler ve kulaklar öteleri görmeye hazır değildir. İnsanın ağlayışının sırrını, insanın tamamlanmamışlığının hikmetini, ancak gördüğüne razı olmayan gözler görebilir, duyduğundan ötesini duymak isteyen kulaklar işitir. Feryat herkesin kulağına erişiyor, ağlamanın göz yaşı herkesin gözüne değiyor ama sır gözün gördüğünden ve kulağın duyduğundan ötededir.

Can ile ten gizli değil birbirinden, Lâkin canı görmeye izin yok tenden. Bu âlem ruh ile cesedin birlikte olduğu, mânâ ile maddenin eş olduğu bir âlemdir. Görünmeyen gayb âlemi görünen şehadet âlemine komşudur. Ancak alemdeki her şeyi bir başkasını gösterir bir harf olarak görmeyen için gaybı görmeye izin yoktur. Oysa, görünen alem görünmeyene şahit olmak için yaratılmıştır. Ancak tende kalıp canı aramayan, görünen alemin şahitliğine perde olmaktadır.

Neyin sadâsı ateştir hava sanma, Kimde bu ateş yoksa yazık ona. Ney, ayrılığın acısını seslendirmededir; o halde ona söylettiren hava değil ayrılığın ateşidir. Bu ateş olmasaydı, ney böylesine ağlamazdı. Gurbette olduğunu farketmeyen için de ayrılık ateşi diye bir şey yoktur; sılayı özlemeyenin sesi sedâsı çıkmaz. Sevgili’den ayrılık derdi olmayanın diline yakarış değmez. Sürgün olduğunu bilmeyen ateşsiz ve heyecansızdır; onun dudağına aşkın sözü erişmez, onun kalbine aşkın ateşi düşmez.

Neyin tesiri aşk ateşinden, Şarabın hâli aşk cilvesinden.Şarab, yaratılışı temsil eder Mevlânâ’nın mesel dünyasında. Serap gibi aldatıcı değildir şarab. Yokluk acısı serap gibi ümitsiz bir acı verir. Varlık ise, Sevgili’ye yakınlığı haber veren ümit dolu bir hüzün verir. Zaten bütün bir alemin coşkusu, zerre zerre hareket etmesi de, Sevgili’ye erişmenin, O’na dönmenin cilvesindendir. O’ndan gelip O’na gitmenin heyecanıdır kâinatı velveleye veren. İnsana bu heyecandan daha fazlası düşmüştür; onun kalbinde aşkın heyecanından fazlası, yani aşkın ateşi vardır. Cilveyi besleyen ateştir, hareketi sağlayan ateştir.

Yârden ayrılmışın derdiyle dertlendi ney, Kavuşmanın önündeki perdeleri parçaladı ney. Ayrılık derdinin kendisi, kavuşmanın devasıdır. Çünkü aramadıkça bulunmaz. Bizi dertsiz eyleyen her türlü rahatlık, bize ayrılığın acısını unutturan her türlü gaflet, asıl derdimizdir bizim. Ağlayışımız ve yakarışımız, özlemlerimiz ve arzularımız yaramıza devadır. Derdimiz devamınızın kendisidir. Dertsizliğimiz en büyük derdimizdir. Neyin ayrılık derdiyle dertlenmesi, Sevgili’yi gizleyen perdeleri yırtıp parçalıyor; duamızı dillendirdiğimiz anda gözümüze ve gönlümüze pencereler açılıyor. Ney gibi zehir ve tiryak olamaz,

Ney gibi dost ve müştak olamaz. İnsanın ney gibi ağlayışı ve inleyişi, görünüşte bir zehirdir ama çareye götürdüğü için en güzel ilaç ve tiryaktır. Neyin inleyişine benzeyen dualarımız ve yakarışlarımız sayesinde Sevgili’nin yoluna düşeriz ki, yakarışlarımızın ne kadar dost ve müştak olduğunu gösterir.

Ney kana bulanmış yoldan söz açar, Mecnun’un kıssasını anlatıp açıklar.
Neyin sızısı kanlı gözyaşlarına konu olmuş bir aşk yolunun habercisidir. İnsan da, Sevgili’ye ulaşmak için kanlı gözyaşlarını dökmelidir. Mecnun gibi, Leylâ’nın yolunda çöllere düşüp, başka her şeyi yok bilmedikçe, bu aşkın hakkını vermiş olamayız. Şükür ki, bize düşen Leylâ değildir sadece. Leylâ’dan Mevlâ’ya yol vardır ki, Mevlâ’ya götüren Leylâ’lar da bizim çölümüzdür. Bu yüzden, Mecnun’dan çok daha fazlası beklenir Mevlâ’nın yoluna düşmüş olandan. Leylâ’ların hepsine “Lâ ilâhe” demeli ki, Mevlâ için “İllallah” diyebilsin.


Senai Demirci, www.senaidermirci.net